“Kavimler Göçü gibi bir hekim, bir beyin göçü yaşanıyor"

-
Aa
+
a
a
a

Sağlık Bakanlığı’nın 2020 yılına ait istatistiklerine göre günlük hekim başvurusu 7,2’ye düştü ve hekimlere 10 dakikada iki hastaya bakma talimatnamesi getirildi. Yeni reformlar sağlık çalışanları ve hastalar için büyük riskler barındırıyor.

Cumhuriyet
Sağlık Bakanlığı'dan "10 dakikada iki hasta" talimatı
 

Sağlık Bakanlığı'dan "10 dakikada iki hasta" talimatı

podcast servisi: iTunes / RSS

(28 Ekim 2021 tarihinde Açık Radyo’da Salgınlar Çağı programında yayınlamıştır.)

 

Ömer Madra: Merhaba, günaydınlar!

Kayıhan Pala: Günaydın.

Osman Özbek: Günaydın. DSÖ’nün 26 Ekim tarihli son durum raporunu paylaşarak girebiliriz programa. Ne yazık ki bu hafta tüm dünyada -Avrupa’da daha fazla olmak üzere- hem vaka hem de ölümlerde artış var. Avrupa’daki vaka artış oranı %18’i aştı. Avrupa’da bulunan 42 ülkede -ki Avrupa’da bulunan ülkelerin %69’una karşılık geliyor- artış yaşandı geçtiğimiz hafta. Dünyadaki sıralama ne yazık ki aynı; ABD, Birleşik Krallık, Rusya ve Türkiye Cumhuriyeti. Türkiye’de her 100 bin kişiye 233 yeni vakayla, 27 bini aşan günlük vaka sayısıyla, çok küçük bir düşüşle, %8’lik bir düşüşle geçirdi haftayı. Vefat sayılarımızda da ne yazık ki hâlâ yüksekliğimizi koruyoruz ve vaka sayılarımızın aksine vefat sayılarımızda artış oldu bu hafta. Haftayı resmi olarak 1499 vefatla geçtik ki günlük 214 kişinin ölümü anlamına geliyor. Dün akşam sayın bakanın verdiği bir oran burada çok dikkat çekici: Gebe ölümlerinde %52 oranında Covid-19’a bağlı artış olduğunu ifade etti bakan. Bildiğimiz kadarıyla gebelerdeki en önemli ölüm nedeni haline geldi Covid. Bu vesileyle iki cümleyi çok hızlıca ifade etmeme izin verin; birincisi, sayın bakanın da dediği gibi aşılanma, gebeleri ve çocukları koruyabileceğimiz tek yöntem ama bunun yanı sıra dünyada yeni kullanıma giren monoklonal antikorlar da gebe insanların hayatta kalması için önemli bir tedavi seçeneği. Evet, aşılamayı arttırmaya çalışırken en azından hayatı riski taşımamak açısından, ağır hasta olunmadan önce ilk Covid günlerinde kullanılacak monoklonal antikor seçeneği gebeleri hayatta tutabilir. Bu rejimin Türkiye’de tedavi uygulamasına girmesi en azından bazı gruplar için çok elzem gibi duruyor. Türkiye’ye daha yakından bakarsak, bakanın ilginç bir tanımı vardı, dün akşam paylaştı: “Tepesi kesilmiş bir dağ gibiyiz”, “büyük pikler olmuyor” dedi. Bu günlük 27 bin vaka ile çok uzun süredir gidiyor. Kronik yüksekliğe alışmamız pikleri ne kadar önlüyor? Bundan emin değilim. Test sayımızda bu hafta çok hafif bir düşüş oldu; aynı geçtik diyebiliriz. Test pozitifliği de %7,9, hâlâ çok yüksek. Bir önceki hafta 8,2 idi. Aşılama oranımızda iki doz aşısı yapılmışların oranı %57. Dün akşamki yeni bir bilgi olarak sayın bakan 2,807 bin kişinin üçüncü dozu yaptırması gerektiği halde yaptırmadığını ifade etti. Bunlara göre bir planlama yaparsak %52-53’lerdeyiz tam aşılama oranında. Tek aşıda ise topluma oranımız %65 ki burada BAE %96, Portekiz %89, Küba %87 ile başı çekiyor. Kötü bir haber; ilk doz aşılama oranımız geçtiğimiz hafta günlük 50 bin dozun altına indi. Özetle, vaka sayısında hafif bir düşüş, ölüm sayılarında yükselme var ve salgın mevcut haliyle sürüyor. Son bir vurgu benim açımdan; İzmir Tabip Odası Başkanı Sayın Çamlı’nın cümlelerini hatırlatmak isterim: “İzmir mevcut resmi raporlarında 100 binde 48 yeni vaka görülüyor. Bu günlük 300 vakaya karşılık gelir ama biz İzmir’in her bir noktasından vaka alabiliyoruz. Günlük sayımız 900-1500 arasında değişiyor. Resmi vaka sayılarının üç katı kadar vakaya günlük tanı koyduğumuzu biliyoruz”. Bu sözler vakaların şeffaflığı, doğruluğu, güvenilirliği açısından büyük bir soru işaretini getiriyor. Sen nasıl görüyorsun Kayıhan? Sen ne dersin?

Sonbaharla birlikte daha fazla olgunun ortaya çıkma ihtimali var

KP: Çok haklısın Osman. Biliyorsun geçen hafta birlikte katıldığımız KLİMUD Sempozyumu’nda da bu konu tartışılmış ve oradaki uzmanların yaptığı açıklamalar ışığında Türkiye’deki olgu sayılarının aslında laboratuvarlarda saptanandan daha düşük olabilme ihtimali bir kez daha tartışılmıştı. Açıkçası dünyadaki bütün ülkeleri izleyen birisi olarak bu dalgalanmalar karşımıza çıktığı halde Türkiye’de sanki 30 bin bandına oturmuş bir olgu sayısı varmış gibi açıklamalar bana da epidemiyolojik açıdan çok tartışılır geliyor. Çünkü mevsimsel olarak, özellikle kapalı ortamların daha fazla kullanılmaya başlandığı bir dönemde ve toplumsal hareketliliğin arttığı, işte üniversitelerin, okulların açık olduğu, insanların daha fazla bu ortamlarda bulunduğu bir dönemde halen 30 bin bandı çok açıklayıcı değil. Benzer bir durum ölümlerde de var. Biliyorsunuz daha önceki programlarımızda da bunları birçok kez dile getirmiştik. Burada senin söylediğin bir noktayı özellikle vurgulamak isterim ki biz de haftalardır bu vurguyu ön plana çıkartıyoruz, özellikle sonbaharın sonu ve kışın başlarında, 2022 yılının ilk üç ayının sonuna kadar devam etme ihtimali olan -belki dördüncü ayın sonuna kadar- bir pik yapma, yeni dalgalanma dönemine giriyor dünya. Bu dönemde bütün dünyadaki hemen hemen her ülkede olgu artışları varken Türkiye’de de daha fazla olgunun saptanması ihtimali var. Bu yalnızca olgu artışlarıyla sınırlı kalmayacak, ölümlere de yansıma ihtimali var. Dolayısıyla sanki salgın yokmuş gibi bir algı yaratmak, aşılamada çok yüksek oranlara gelmişiz de artık çekinecek bir şey yokmuş gibi bir algı yaratmak Türkiye için doğru bir tutum, doğru bir yaklaşım değil. İki noktanın altını çizelim; halen 200’den fazla yurttaşımızı her gün kaybediyoruz. Bu çok yüksek bir sayı. İkincisi de aşı ve halk sağlığı önlemlerini uygulayabilirsek bunların çok büyük bir bölümünü halen yaşatma olanağımız var. 

ÖM: Pardon, gündelik vefat sayıları içinde, saatte ölümler 8-10 arasında değişiyor ve bu çok çok yüksek bir şey. Dün verilen resmi rakamlara göre her saat 9 kişiye yakın kişi ölüyor demektir, bu çok vahim bir durum yani.

KP: Evet ve bunların büyük ölçüde önlenebileceğini biliyoruz. Aşı ve halk sağlığı önlemleriyle hem dünyadaki çeşitli ülkelerden böyle bir bilgimiz var hem de bu işin daha iyi uygulandığı ülkelerdeki veriler ve araştırmalar bize bunu çok net söylüyor. En son İngiltere’de yayınlanan 42. hafta verilerine bakacak olursak 100 binin üstünde insanın aşıyla ölümünün engellendiği çok net ortada. 24 milyondan fazla enfeksiyonun, 250 bine yakın hastaneye yatışın engellendiği ortada. Başka ülkelerdeki veriler çok açıkken biz maalesef Türkiye’deki verilere halen ulaşamıyoruz. Yani biraz daha bu pandemiyi ciddiye almak ve pandemiye karşı güçlü yanıt verecek bir yaklaşımı benimsemek gerekiyor. 

TTB: "Beş dakikada hekimlik yapılmaz, sağlık beş dakikaya sığmaz!"

OE: Bu arada dikkatinizi çekmek isteyeceğimiz bir başka konu da Sağlık Bakanlığı’nın son yayınlanan, 2020 yılına ait istatistiklerinde de günlük hekim başvurusunun 7,2’ye düşmüş olması. Biliyorsunuz bir yıl önce 9.8 idi; %25’ler civarında bir düşüş var. Bu şüphesiz daha önce Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın kışkırttığı sağlık hizmetinin, basamaklandırılmamış, tamamen tedavici hizmete yönelmiş ve kârı düşünen bir sağlık hizmetinin yansıması. Ancak bu dönemde yine de Covid nedeniyle kimi sağlık sorunlarının ertelendiğini biliyoruz. Örneğin birinci basamağa başvuranların %12 oranında azaldığı, üniversitelerde bu oranın %31, Sağlık Bakanlığı hastanelerinde %38 oranına ulaştığını biliyoruz. Nereden biliyoruz? TTB’nin on birincisini yayınladığı Covid raporundan. TTB’den Dr. Emrah Kırımlı ve Dr. Kubilay Yalçınkaya 18. Ay Değerlendirme Raporu’nda ertelenen sağlık sorunlarını gündeme almış. Sağlık Bakanı’nın bu 18 ayda mevcut Covid’i ele alan bir raporunu okuyamadık ama TTB 11. raporunu yayınladı bu 18 ayda. Elimizde yine güvenebildiğimiz bilgiyi analiz etmeye çalışan bir örgüt olarak ortada duruyor TTB. Özellikle Sağlık Bakanlığı hastanelerinde ameliyat oranlarının %45’e varan oranda azalması dikkat çekiyor. Kalp ve meme kanseri başta olmak üzere, akciğer kanseri başta olmak üzere onkolojik sorunlarda ciddi bir erteleme var. Covid’in toplumda bu 20-25 bin bandının üstüne çıkan hasta sayılarına alışarak başvuru sayılarını arttırmaya başladığını bakanlık da fark etmiş olacak ki eylül ayında dünyada muhtemelen başka bir uygulama örneği olmayan -en azından benim bildiğim- bir adım attı ve hekimlere 10 dakika içerisinde iki hastaya bakma zorunluluğu getirildi. “Her bir hastaya beş dakika hekim baksın” dedi. Muayene etsin, tedavi etsin falan diyemiyorum, sadece “baksın” dedi. Bir taraftan aslında bunun getirdiği bir sağlık ortamı krizini de yaşıyoruz. Bu konuyla ilgili Türkiye’de aslında bir bilimsel çalışma var; Türk Toraks Derneği 2016 yılında 1680 hastayla “bir hastaya ayrılacak süre ne olmalıdır?” sorusu üzerinden bilimsel bir araştırma yürüttü. Bu araştırmanın detaylarını paylaşmayayım ama iki süreyi söyleyeyim: Bu araştırmayla, Sağlık Bakanlığı’na bağlı devlet hastaneleri ve eğitim araştırma hastanelerinde minimum sürenin 17,5, üniversitelerde ise 23 dakika olması gerektiği ortaya çıktı. Eğer bu süreler olur ise bir hastanın öyküsünü alabilmek için beş dakikası oluyor hekimin. Eğer 23 dakika bir üniversite hastanesindeki süre olarak tarif edilebilirse hastanın beş dakika derdini anlatabilme hakkı olacak. Oysa toplam beş dakikada ise hastanın konuşma hakkı hiç olmayacak. Bugün itibariyle TTB, sağlık alanındaki sendikalar “Beş dakikada hekimlik, sağlık hizmeti olmaz” sloganıyla hastanelerde, sağlık birimleri önünde dert anlatıyorlar. Aslında bu dert sadece sağlık çalışanlarını ilgilendiren bir dert değil. Toplumun hasta olanın kendisini ifade edebilme hakkı. Bu hakka sahip çıkmak gerekiyor herhalde değil mi Kayıhan? 

"Sağlıkta Dönüşüm Programı" hem hekimlere hem de hastalara çok büyük zararlar veriyor

KP: Osman aslında biraz daha geriye gidersek, 24 Ocak 1980’de Türkiye’nin bu küresel kapitalizme kapılarını sonuna kadar açmasının ardından, 12 Eylül darbesi sonrasında Özal hükümetleri derken en sonunda karşımıza çıkan AKP hükümetleri tarafından “Sağlıkta Dönüşüm Programı” adıyla uygulamaya konan bu neoliberal sağlık reformlarının böyle bir noktaya gelmesi şaşırtıcı değil. Senin de söylediğin gibi aslında Sağlık Bakanlığı burada hekimin hasta muayene etmesi için bir zaman dilimi ayarlamıyor. Hekimin hastaya bakması için hasta yalnızca kapıdan içeri girecek, hekim bakacak ve gönderecek. Bu sağlık hizmeti değil, bu hekimlik değil. Toplumun her şeyden önce gerçekten bir sağlık hizmeti alma talebini ortaya koyması lazım. Beş dakikada asla hekimlik olmaz. Sen de ben de özellikle yurtdışı deneyimlerimizde sürecin nasıl yürüdüğünü çok yakından deneyimlemiş insanlarız ama ben şaşırtıcı bulmuyorum. Nasıl ki şehir hastanelerinin Türkiye’deki sağlık kaynaklarını küresel sermayeye aktarmasının bir aracı olması bu Sağlıkta Dönüşüm Programına göre şaşırtıcı değilse bu beş dakika meselesi de şaşırtıcı değil. Bu sağlık hakkının ortadan kaldırılması girişimidir. O yüzden yalnızca TTB’nin, yalnızca hekimlerin ve sağlık çalışanlarının buna karşı çıkması yetmez, toplumun da “ben gerçekten sağlık hizmeti almak istiyorum”, “ben gerçekten hekime muayene olmak istiyorum” diye bir talebi çok güçlü bir şekilde ortaya koyması gerekir. Aksi halde ortada gerçekten hiçbir şekilde bir sağlık hizmeti kalmayacak. Üstelik bu yapılan girişim yüzünden insanlar kamu kurumlarından, kamu hastanelerinden daha da soğuyacak, oradaki hekimlere daha da yabancılaşacak ve bu insanların özel sektöre itilmesi anlamına gelecek bir politikanın da -zaten var olan politikanın da- yollarını daha da fazla açacak. Dolayısıyla bizim ivedi olarak bu sağlıkta dönüşüm programından kurtulmamız, sağlığı gerçekten hak olarak ortaya koyacak bir programı ivedi olarak hayata geçirmemiz gerekecek.

ÖM: Böyle bir şeyde ayrıca doktorlara ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddet olayları da çok sık görülüyordu. Bunları arttırmasından da korkulabilir herhalde değil mi?

KP: Kesinlikle Ömer bey. Bu zaten yapılan araştırmalarla da ortaya kondu; yani Türkiye’de bu kadar sağlık alanında şiddetin olmasının arka planı Sağlıkta Dönüşüm Programı’yla yakından ilişkili. Bunun hem bu hastaya az zaman ayrılması hem hekimlerin istihdam modelleri ve ödeme biçimleri hem de Türkiye’de uygulanan sigorta sistemi gibi çok bileşenli bir arka planı var. Çok haklısınız, bugün artık hekimlerin birinci sıradaki talebi can güvenliği.

OE: Hasta açısından bakarsanız, eğer hasta derdini anlatamaz ise, karşısında derdini dinleyebilecek bir hekim, bir sağlık çalışanı -zaman darlığından dolayı- bulamaz ise sözle ifade edemediği derdini ne yazık ki fiziksel ve sözel şiddetle ifade etmeye başlayacak. Uygun olmayan sağlık ortamını yaratan mevcut Sağlıkta Dönüşüm Programı ve bunun uygulayıcı mimarları bugün ülkedeki sağlıkta şiddetin sorumlusudur. Kayıhan, sen şehir hastaneleri deyince son acı kaybımız olan sevgili meslektaşımız Rümeysa Beril Şen’in özelinde aslında genel olarak tüm asistanların ama özel olarak da şehir hastanesinde çalışanların inanılmaz iş yüküne değinmek gerekiyor. Çünkü sizin de yayınladığınız araştırmalardan, verilerden biliyorum ki bir şehir hastanesinde bir gece nöbet tutmak devasa boşluklar, devasa, kabul edilemez hastane mimarisi nedeniyle 20 bin adım atmayı gerektiriyor. Şehir hastaneleri özelinde ama genelinde de aslında adı araştırma görevlisi olması gereken ama belki de eğitimin içeriğinin boşalması nedeniyle asistan olarak tanımlanan meslektaşlarımızın yeri geldiğinde 36 saati aşan nöbetler tutması büyük sorun. Nöbet sonrası yürürlükteki kuralların hiçbirisi uygulanmayarak “yeterince hekim yok, o yüzden izin verebilmemiz mümkün değil” deyip nöbet ertesi çalışmaya devam etmeleri hem insani çalışma koşulları açısından kabul edilemezdir hem de bir hasta hakkı ihlalidir. Düşünebiliyor musunuz 24 saat nöbet tutmuş, gece aralıklı olarak 1-2 saat ancak uyuyabilmiş bir hekime kim muayene olmak ister? Kim dikkati bu kadar dağılmış, konsantrasyon yeteneği bu kadar düşmüş kişiye bir sağlık sorununu anlatmak ister? Bu ortamı her iki taraf açısından bakmadan ve makul bir noktaya ulaştırmadan sağlıkta alabileceğimiz bir yol yok. Bu yüzden Sağlıkta Dönüşüm Programı her şeyi mahvediyor. Tabii bedelini ağır ödüyoruz. Şiddetin dışında ocak-haziran 2020 döneminde 2412 hekim bu ülkede istifa etti. Bunun 500’ü biraz önce Kayıhan’ın da çok iyi tarif ettiği üzere kamudaki çalışma koşullarının ağırlığı nedeniyle özel sektöre geçti. Son 18 ayı dikkate aldığımızda TTB’nin verileri sekiz binden fazla hekimin istifa ettiğini veya emekli olduğunu, 1000’den fazla hekimin ise yurtdışına çıkabilmek için Türkiye’de meslek örgütünden alınması gereken belgeyi talip ettiğini ortaya koyuyor. 

Artık hekim adayları “yükte hafif pahada ağır” alanları tercih ediyor

ÖM: Bir göç var değil mi?

OE: Kesinlikle Ömer bey, “Kavimler Göçü” gibi bir hekim, bir beyin göçü yaşanıyor. Sadece aslında hekimlik alanında değil bu. Ülke hastalık ve ölüm ülkesi haline dönüştükçe ülkede nefes almak hem ekonomik hem demokratik açıdan zorlandıkça insanlar gözlerini daha iyi yaşayabilecekleri bir ülkeye çeviriyor. Öte yandan Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın belki de en büyük sorunlarından biri hekimlerin uzmanlık alanları tercihlerinde görülüyor. Eskiden cerrahi alanlar, kadın doğum gibi alanlar ön plandayken şu an hekimler uzmanlık alanlarında daha çok hastayla doğrudan teması olmayacakları alanları, görüntüleme alanları yahut görece daha az sorun yaşanacak dermatoloji gibi, fizik tedavi gibi hani tabir-i caizse değişen çağın koşullarıyla “yükte hafif pahada ağır” alanları tercih etmeye başlıyorlar. Eğer bu politikayı yakın bir tarihte kökten değiştiremezsek -Türkiye’nin kötüleşen, niteliksizleşen tıp eğitimi ortamıyla da buluştuğunda- geleceğin sağlık hakkı açısından ciddi kaygılar taşıyorum. Ne dersin Kayıhan bu iş yükü meselesine?

KP: Hem iş yükündeki artış hem gençlerin gelecek kaygıları çok başka bir zemini gündeme getirdi Osman. Dün beşinci sınıf tıp fakültesi öğrencileri staj sırasında benimle biraz konuşmak istediklerini söylediler. Ders dışında bir konuşma gerçekleştirdik ve birçoğunun artık Tıpta Uzmanlık Sınavı’na çalışmayı bıraktığını, bunun yerine Almanca başta olmak üzere yabancı dil kurslarına gittiğini ve temel hedeflerinin yurtdışına gitmek olduğunu benimle paylaştılar. Bu elbette çok üzücü bir şey. Bizim gençlere “gitmeyin, burada kalın, size bu ülkenin ihtiyacı var, hepimizin ihtiyacı var” dememizin artık hayatta bir karşılığının olmadığını, gençlerin -tıp fakültesi öğrencilerinden söz ediyorum- bu ülkeye dair çok umutsuz, geleceklerini görememenin yarattığı ciddi bir kaygı içinde olduklarını gözlemledim. Üzüldüm; biraz paylaştık, konuştuk, umuyorum ki çok uzun olmayan bir gelecekte bu ülkede daha iyi bir sağlık sistemini, daha iyi bir eğitim sistemini hayata geçirme olanağı buluruz. 

ÖM: Evet. Ben bir de şunu ekleyeyim, dün Sağlık Bakanı Fahrettin Koca bu trafik kazasında hayatını kaybetmiş olan asistan Doktor Rumeysa Berrin Şen’e ilişkin bir açıklama yapıp bu konudaki iddiaların yanlış olduğunu, yani “uzun bir nöbetin ardından trafik kazası geçirmesine yol açan şeyin yoğun çalışma şartları olduğu bilgisi yanlıştır” diyor. Yani “kazadan önce 36 saat çalıştığı şeklindeki bilgi yanlıştır, arkadaşımız günlük mesainin ardından nöbet tutmuş, sabah hastaneden ayrılmıştır. Olay özelinde doğru bilgi budur ama bu bilgi bizleri uzun çalışma saatleri gerçeğinden uzak tutmaz” demiş.

"Kamu idarecileri o koltuklara farkında olmak için gelmediler, sorunları çözmek için geldiler"

OE: Evet Rumeysa’nın durumu aslında asistanlar özelinde uzun çalışma saatlerinin çok can yakıcı bir sorununu göstermesi açısından önemli. Tabii ki tek bir nöbeti dikkate almamak lazım. Oradaki tükenmenin, iş yoğunluğunun çok uzun zaman devam ediyor olması kritik bir sorun. Sayın bakının uzun çalışma saatleri sorununun farkında olması önemli bir şey ama zannederim bakanlık koltuğu farkında olunacak bir yer değil, aksine çözüm sağlanacak bir yer. Yani toplum farkında olabilir bir sorunun ama kamu idarecileri o koltuklara farkında olmak için gelmediler, sorunları çözmek için geldiler. Hani atanamamış hekimler konusunda yaptığı açıklamada da hiçbir şeyin aslında yapılmadığını ve yapılmayacağını göstermesi de kritik bir sorun. Aynı açıklamada ücret problemlerinin olduğunun farkında olduğunu, uğraştığını ama hani aynı cümlelerle, yıllardır söylenen “şu an uğraşıyoruz, yapacağız, planlamadayız” gibi komisyona havale eden cümleler benim açımdan anlam taşımıyor. O açıklamadaki en kritik cümleyi de izninizle buradan okuyayım: “Salgın şartlarından uzaklaştıkça çok yönlü iyileştirme için sağlam adımlar atacağız”. Türkiye salgın şartlarından zaten uzaklaşabilen bir ülke olmadı, olmayacak gibi de duruyor. Aşılama ve almadığımız halk sağlığı önlemleriyle hani hiçbir zaman, yakın dönemde olmayacağız. Bunun anlamı sağlık çalışanlarına bu mevcut salgın ortamında, herkese ‘daha da boğuculaştıran bir çalışma ortamına aynen devam edeceksiniz’in diplomatik, bakanca ifadesi oluyor bu. Bugün itibariyle pandeminin ilk günden bu yana 489 sağlık çalışanının öldüğünü ve bu ölenlerin 446’sının fiilen hasta bakarken, bir hastaya sağlık hizmeti sunarken öldüğünü dikkate alırsak, en azından bu 446 kişinin anısı hatırına bu cümleyi herhalde kurmamak gerek.

ÖM: Bianet internet gazetesi, dergisi, nasıl söyleyeceğimi bilemedim, ilginç bir dizi de yapıyor ‘Yaşayamazlar mıydı?’ diye. Bunu dizi haline getirmiş; hayatını kaybetmiş olan önemli tıp çalışanlarının, doktorların özel hayatlarını da anlatarak, yani mesela Melih Aktan’tan bahsediyorlar, “Prof. Dr. Taner Gören, arkadaşı ve meslektaşı Prof. Aktan’ı piyanosu, tenisi, felsefesi, mitoloji düşkünlüğü, hocalığı, hastalara, arkadaşlara, öğrencileri ve iyi insanlığıyla anlatıyor” diye ilginç bir yazı dizisi de söyleşiler dizisi devam ediyor.

KP: Ben de bu arada dün katıldığım bir etkinlikten söz etmek isterim. Dün Eskişehir Tepebaşı Belediyesi tarafından bu yitirdiğimiz sağlık çalışanları anısına yapılmış olan bir anıtın açılışına davetliydim. Orada Belediye Başkanı Ahmet Ataç, sanatçılar ve katılımcılarla o anıtın açılışına tanık olduk. Gerçekten bu değer bilirliği de burada anmak isterim. Çünkü biz o insanları yitirdik ama bu anıtlarla hem o insanların o topraklarda yaşamasına aracılık ediyor belediyeler, belediye başkanları hem de önümüzdeki zaman dilimlerinde ortaya çıkabilecek yeni salgınlara, pandemilere karşı hazırlıklı olmanın insanların her zaman zihninde olması için de bir fırsat yaratıyor diye düşünüyorum. Buradan teşekkür ederim Sayın Ahmet Ataç ve emeği geçen bütün sanatçılara. 

OE: Sevgili Kayıhan, sona doğru yaklaşıyoruz bu hafta şarkı sendeydi. Ne hediye edeceksin bize?

KP: Evet, bu hafta Ahmet Kaya’dan ‘Arka Mahalle’yi dinleyeceğiz. Ahmet Kaya biliyorsunuz bu şarkıya başlarken “ağladım, gözyaşlarım döndü denize, ben derdimi kimseye söyleyemedim” diyor. Sanırım hepimizin ruh halini yansıtan bir şarkı. Hoşça kalın!

ÖM: Çok teşekkür ederiz, hoşça kalın!

OE: Hoşça kalın!

ÖÖ: Görüşmek üzere.